SIRLAR DÜNYASI

Abone Ol

Bir zamanlar televizyonlarda sırlar dünyası diye bir program vardı. Daha sonraları benzerleri de yayına başladı. Çok sayıda izleyici toplamayı başarmışlardı. Şimdi yazacağım olayları yayınlamayı çok düşündüm ama şimdiye kadar uygun bir ortamını bulamadım.

   1982 yılına kadar biz üç kardeş, İstanbul’da hem okuyor, hem saat tamiri ve satışı dükkânı çalıştırıyorduk. Dükkânı nöbetleşe bekliyorduk. İşlerimizin de iyi olduğu zamanlardı. Günlerden bir gün, saat ve malzeme satıcısı bir ağabeyimizin bize İç Ege’de malzeme ve saat pazarlaması yapma önerisi ile hayatımızın akışı değişti. Bu ithalatçı ağabeyimiz bize tam destek veriyordu. Biz bu cazip teklifi değerlendirdik. Uşak’ta bir iş yeri açıp, pazarlama işi yapacaktık. O tarihlerde pazarlama çok yaygın değildi. Kullanılan saatler ya kurmalı ya da otomatik olduğu için sürekli yedek parçaya ihtiyaç oluyordu. Yeni saat pahalı, yedek parça ucuz. Şimdi tam tersi olması gibi.

  1982 yılı başlarında Uşak’ta bir işyeri kiraladık ve taşındık. Önce Uşak şehir içi ve yakın ilçelere kendimizi tanıtmakla başladık işe. Benim askerlik sorunum olduğundan piyasaya tam açılamıyoruz. Saatçi meslektaşlarımız bize gelmeye başladı. Askerliğim sürecinde böyle devam etti. Gelir gelmez biz onlara gitmeye başladık. Daireyi büyüterek çalışmaya devam ediyoruz. Ancak ulaşım en büyük sorunumuz.

  1984 yılı sonlarına doğru bir araba alıyoruz. Ne yazık ki üçümüzün de ehliyeti yok. Ehliyeti olan arkadaşlardan boş bulduğumuzu götürüyoruz. 5-6 ay böyle devam etti. O zamanlar ehliyetler sürücü kurslarından alınmıyor. Yıllar öncesinden tanıdığımız resmi bir dairede şoförlük yapan Orhan ağabey:

-          Ben eylül sonu yıllık izine çıkacağım. Siz şoförler cemiyetine müracaat edin, ben sizi çalıştırırım en az bir ya da ikinize ehliyet alırız dedi.

Cemiyete müracaat ettik. Onun izninin son günlerine gelen bir tarihe imtihan gününü aldık. Orhan ağabey yıllık izine çıktı, çalışmalara başladık. Bizimle uzun yola gidiyor, ara sıra direksiyonu veriyor, sürekli ikazlarda bulunuyor, çoğu zamanda trafiğe kapalı alanlarda çalışıyoruz.

İmtihan günü geldi, çattı. İşte ne olduysa ondan sonra oldu.

14 Ekim 1985 Sabah erken saatlerde Sezai ağabey, ben ve Orhan ağabey hazırdık. Sıramız gelince geçtik direksiyona. İlk önce ben bindim. Emniyetten bir Baş komiser, Cemiyetten bir görevli, yanılmıyorsam Karayolları veya – o zaman ki adı Y.S.E olan – şimdiki il özel idaresinden bir görevli benimle birlikte arabaya bindiler. Başkomiser yanıma oturdu. Baktı, baktı:

-          Tamam, gayet iyisin, ehliyeti aldın, dedi ve onayladı. Ben rahatladım ve artık direksiyon başında espriler yapıyorum.

İmtihan bitti, iki ehliyetle mutlu şekilde işyerimize dönüyoruz. Ehliyet elimize üç gün sonra geçecek, ama direksiyonda ben varım. Dörtyoldan, Atatürk anıtına doğru gelirken adliye önündeki faytonlardan birinin atları ürkmüş, atlar faytonu adeta sürükleyerek üzerimize geliyorlar, trafik sıkışık kaçamıyorum, hafif sağ yaparak, gaza bastım. Buna rağmen sol arkamda oturan Orhan ağabeyin olduğu cama faytonun oku çarptı. Arabayı da sarsan bu çarpma hepimizi heyecanlandırmıştı. Herhangi bir hasar olmadan kazayı ucuz atlatmıştık. Orhan ağabey:

 

-Oğlum Mehmet, az daha bizi öldürüyordun dedi, arkasından da şaka şaka ben de olsam senin yaptığını yapardım aferin. Dedi. Sonra ekledi:

-Evet, beyler, ehliyetleri aldık, hayırlı olsun. Allah kaza-bela vermesin. Hayırlısı ile yarında gidip gelelim, bende iznimi kullanayım dedi.

15 Ekim 1985 son kez biraderlerle Orhan ağabey uzun yola çıkacaklar. Sabah erken saatlerde onları Isparta’ya uğurladım. Benimse gündemim yoğun. Akşam yemeğe (şimdi eşim olan ) nişanlım ve ailesi bize gelecekler.

Mesai saati bitimi resmi plakalı bir araç dükkânın önünde durdu. Şoför koştu geldi:

- Orhan ağabey nerde? Diye telaşla sordu

-Henüz gelmediler, dedim

-Orhan ağabeyin evine de uğradım, evde kimse yok. Köyden telefon ettiler, babası ölmüş, herhalde ailesi de köye gitti, dedi ve gitti. Akşam ezanından sonra dükkânı kapattım, biraderlere hitaben bir not yazdım. Orhan ağabeyin babası ölmüş, köye gitmesi gerekiyormuş diye, arabada size lazım değilse, bizim arabayla gitsin, bana da lazım değil dedim.

Nişanlım bankada çalışıyor, ona da uğradım durum bu dedim. Sizi arabayla alamayabilirim, dedim. O da sen git, biz geliriz, dedi. Evimizin bulunduğu sokağa girdim, evin önünde bir kalabalık var, yaklaştım feryat-figan sesleri geliyor. Annemizin sesini duyuyorum.

-Hayırdır, ne oluyor, dedim. Kimse konuşmuyor, annemle ilgileniyorlar.

Kardeşim Mustafa telefon başında:

-          Ne oluyor? Diye ona sordum.

-          Bir adam telefon etti, sizin arabanız kaza yapmış, direksiyondaki ölmüş, dedi.

-          Kimmiş, nereden aramış? Dedim.

-          Bir şey demedi, bunları söyledi, kapattı.

Ben hemen bir arkadaşı aldım, komşunun arabası var onu çağırdık. Üçümüz yola çıktık. Evden çıkmadan yol üzerinde, polislere ve hastanelere sorarız, sizede her gittiğimiz yerden mutlaka telefon ederim, dedim.

Daha yola çıkarken “Eyvah, Orhan ağabeyin babası vefat etmişti” dedim.Yol üzerinde olan Orhan ağabeyin köyüne uğramaya karar verdik.Köye girdik,evi bulduk.Vakit yatsı vaktini bulmuştu.Eve girdik,ev kalabalık.

-Başınız sağolsun, dedik. Orhan ağabeyin ağabeyi:

- Ya kardeşim, öğle vakti birisi bizi aradı. Babanız vefat etti, hemen gelin dedi. Bizde tüm levazımatını aldık, köye geldik. Ama bakın işte babam turp gibi maşallah.

Biz şaşkınlıkla beraber ne olduğuna dair yorumlar yaparken, asıl derdimizi unutmuştuk. Sonra aklımıza geldi. Orhan ağabeyin ağabeyini kenara çektim.

-Biraderlerin araba kaza yapmış diye bir telefon aldık. Ne olduğunu bilmiyoruz. Onları aramaya çıktık, dedim.

Önce Sivaslı ilçesi; Polis ve hastane, böyle bir olay yok. Postaneye koşup eve haber verdim. Sonra Çivril, hiçbir kaza yok, tekrar postaneye koştum. Dinar’a geldik, bir kaza var yanılmıyorsam kamyon, bisiklete çarpmış. Oradan da Uşağa telefon açtık. Bu arada Mustafa boş durmamış. Isparta’da kazayı bulmuş. Orhan ağabeyin vefat ettiğini, kardeşlerimizin yaralı olduğunu öğrenmiş.

Aracına bindiğimiz Hacı abiye durumu anlattım. Doğru Isparta’ya gidiyoruz dedim. Hacı ağabey:

    -Benim Keçiborlu’da kızım ve damadım var, akşam namazını kaçırdım, yatsıyı bari orda kılayım, hem birer çay içeriz demesin mi?

İtiraz edemedik tabii, ama canımız çıkıyor, birer-ikişer çay içtik. Bu arada çay mı bizi içiyor biz mi çayı içiyoruz, bilemiyoruz iki arkadaş, konuşulanları bile duymuyoruz. Nihayet yola çıkıyoruz. Doğruca Isparta Devlet Hastanesini buluyoruz. Biraderleri buluyoruz. Sadığın kafası yarılmış, kafa sarılı, kolu kırık. Sezai ağabeyin şuuru yerinde değil. Yüzü-gözü şişmiş, mosmor. Maalesef Orhan ağabey hayatta değil. Durumu Uşağa bildirmesi için arkadaşı postaneye gönderiyorum.

Sabah olunca Uşak’tan açık kasa resmi bir kamyonet ve bir-iki araç Daire müdürleri, Orhan ağabeyin abisi ve ailesi, cenazeyi almaya geldiler. Öğleden sonra onları ve Uşak’tan beraber geldiğimiz arkadaşları gönderdim. Ben kalacağım, biraderlerde toparlanmaya başladı. Akşam başucunda otururken Sadığa sordum:

         -Ne oldu?

       -İşimizi bitirdik, hafif hafif yağmur yağıyordu. Daha fazla artmadan yola çıkalım dedik, akşam namazlarımızı kıldık. Tam Isparta’dan çıkacağız, bir adam arabanın önüne geçti. Köyüm yol üzerinde, ne olur beni de alın, dedi. Olur, dedik. Şu kahvehanede eşyam var, hemen alıp geleyim, dedi. Kahvehaneye girdiğini gördük. Ama bir türlü çıkmıyor.5-10 dakika bekledik, yağmura rağmen gittim, baktım. Adam kahvehanede yok. Bindim arabaya yola çıktık. Tam çimento fabrikasının önünde karşıdan gelen kamyon, bizim önümüzdeki kamyonun arka kısmına çarptı ve savruldu. Orhan ağabey de kaçmak için arabayı tarlaya sürdü, tam tarlanın içinde  kamyon bize çarptı.Sonrasını hatırlamıyorum.Beni  hastaneye götürmek üzere bir taksiye bindirmişler.Taksiyle hastaneye giderken bir ara ayılmışım.Taksinin sürücüsünden rica ettim.Uşak’taki evimizin telefon numarasını verdim.Yine bayılmışım.dedi.

 Sonra ne yapmamız lazım diye aramızda konuşurken, bana;

-Arabada bir mavi kutu var, içinde para ve değerli saatler var dedi.

Sabah jandarmaya gittim. Arabada tüm malzeme, saatler, özel eşyalar (şapka-ceket-tespih)duruyor, ama mavi kutu yok. Astsubaya rica ettim, tekrar tekrar aradık yok. Israr ettim, komutan bozuldu.

-Bak, bir daha ısrar edersen, bizi hırsızlıkla suçlamaktan seni nezarete atarım, dedi.

Nezaret deyince kazadan sonra gözaltına alınan kamyonun sürücüsü aklıma geldi. Isrardan vazgeçip:

-Nezaretteki şoförü görebilir miyim? Dedim.

- Olur. Bizde şimdi onu şimdi savcılığa sevk ediyorduk dedi.

Sürücü perişan, ağlıyor. Geçmiş olsun dileklerimle biraz konuştuk.

Isparta’dan açık kasa bir kamyonet bulup, kaza yapan arabayı içindeki malzemelerle beraber Uşağa gönderdim. Hastane de, doktorlar sen boşuna bekleme kardeşlerin iyiye gidiyor, birkaç gün kalacaklar dedi, kardeşlerimle vedalaştık. Uşağa gitmek üzere garaja doğru yürümeye başladım. Cadde üzerinde Uşak plakalı bir taksi ve tanıdık bir plaka. Sahibini sordum, şu halıcıda oturuyor dediler. Girdim, baktım. Uşak’tan tanıdığım bir arkadaş ve bir can dostumun amcası. Sarıldık, öpüştük. Onları da görünce geçen günlerin stresi, duygu yoğunluğu nihayet gözyaşı seline döndü. Hal-hatırdan sonra  “Bekle bir-iki saat sürmez işimiz, bizde Uşağa gideceğiz, beraber gideriz” dediler.

Yola çıktık, arkadaşım öyle bir araba kullanıyor ki ben ikinci bir felaketten korkmaya başladım. Ufak ufak laf atıyorum, kendim dinliyorum. Aklıma-dilime gelen tüm duaları peş peşe okuyorum. Işıklı’ ya geldik.

-Biz, burada mutlaka balık yer, birer kadehte içeriz dediler.

Kadehler hiç bitmiyor, bir büyük bitti. Yola çıktık, Çivril-Sivaslı arası kar yağışı var. Biz hala aynı süratle gidiyoruz. Ben arka koltukta küçüle-küçüle herhalde bir kedi büyüklüğü kadar oldum. Vakit gece yarısını geçmişti, Uşağa geldik, teşekkür ettim, onları evlerine uğurladım. Hemen eğilip toprağı öptüm.

Bu 14-15 Ekim 1985 macerası biterken, yıl 2013 Ekimine geldik. Ama şu sorulara hala cevap bulamadım.

1-      14 Ekim günü bizi öldürecek misin diye şaka yollu söylenen söz bu olaylar için miydi?

2-      15 Ekim, öğle saatlerinde, Orhan ağabeyin babasının öldüğü haberini köyden veren kim? Bu olayı Orhan ağabeyin, abisi de tüm araştırmalarına rağmen bulamadı.

3-      Alınan cenaze levazımatı, Orhan abiye kullanıldı. Buradaki sır nedir?

4-      Isparta’da arabayı durduran ve kaybolan adam kimdir?

5-      Kaza yapan araçta, her şey yerinde dururken, özellikle gizlenen mavi kutu nerede?

6-      Isparta’dan alkollü ve süratli hem de karlı havada yıllardır nasıl gelinir-gidilir?

İşte sırlarla dolu bir dünya. Bu olayda adı geçen ve şu an hayatta olmayanlara ALLAH’ dan rahmet diliyorum.